120x600

Alemdar inşaat

02-03-2023 Eda BAYRAKTAR

Depremin yarattığı yıkım Türkiye’de ivedi bir iktidar değişikliğinin ne denli hayati olduğunu ortaya koydu. Yıkımdan bahsederken yalnızca binaların enkazından ve yitirdiğimiz binlerce candan söz etmiyorum. Yıkım, Türkiye’yi esir alan -ve bir önceki yazıda da bahsettiğim- kibir kumkumalarının halkı bile isteye yalnızlaştırarak yoksulluğa ve ölüme mahkûm etmesinden kaynaklanıyor. İktidar sahipleri attıkları her adımda toplumu birbirinden sürekli uzaklaşan iki kutba ayırırken, toplumsal barış her geçen gün tesisi imkânsız hale geliyor. Tüm gündemimizi meşgul eden “kasıtlı hatalar” ülkenin geleceğini ve uluslararası saygınlığını uzun vadede daha derinden zedeliyor. Bu karmaşanın sahibi olan hiçbir sorumlu henüz sorumluluğu üstlenmemişken, demokratik hukuk devletine inanan herkes ilk hesabı sandıkta görmek niyetinde. Hesap gününün sabırsızlığı tırmandıkça, deprem öncesi gündemin en önemli konusu yeniden gündeme taşındı. Herkes, iktidarın en güçlü adayı olan 6 siyasi partinin çıkaracağı aday konusunda daha proaktif argümanlar ortaya koymaya başladı. Bana sorarsanız, AKP iktidarından rahatsız olan tüm yurttaşlar bu tartışmaya ortak olmalı. Bu tartışma, muhalif siyasetçileri iktidara zorlayacak ve -günü geldiğinde- kamuoyu baskısı oluşturarak icraya mecbur bırakacak önermeler içerebilir. Öte yandan, sosyal ağlardaki tartışma gün geçtikçe sığlaşıyor, Türkiye’nin gerçekliğinden uzak, keyfi bir hal alıyor. Ekonomi politikası, mülteci sorunu, sosyal devlet, ifade özgürlüğü gibi temel konuların aksine salt kimlik üzerinden ilerleyen bir çatışma var. Bugünlerde deprem sonrası önemi ayyuka çıkan sosyal devlet arayışının da yön verdiği bu tartışmaya, unutulmaması gereken bir hususa dikkat çekerek ben de katılmak istiyorum: Yeniden laik Türkiye!

 

Aday tartışmalarını takip ederken, aklımda dolanıp duran yegane şey, İran İslam Devrimi sürecinde yaşananlardı. İran’ı 1979’a götüren sosyolojik değişim, bunun etkisiyle ortaya çıkan ekonomik sorunlar ve mollalar etkisindeki kesimlerin dini hassasiyetleri Pehlevi’nin yıkılmasını destekleyen solcu ve liberal grupları bir araya getirmişti. Rejim için bir tehdit oluşturan Humeyni önce ülkeden sürülmüş, hatta bir süre Bursa’da da bulunmuş, daha sonra İran’daki muhalif grupların desteğini alarak iktidara gelmişti. On yıllara yayılan bu sürecin ardından, İran’da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Laikliğin tümden ortadan kaldırılmasıyla, başta kadınlar ve kız çocukları olmak üzere, toplumun her kesiminde metazori bir dönüşüm baş gösterdi. Bu dönüşüm, iktidar eliyle yasallaştırılmanın yanı sıra, “hassas toplumsal gruplar” tarafından sosyolojik olarak da otomatikleştiriliyordu. Nitekim bugün İran’a baktığımızda, özellikle kadınların temel hak ve özgürlüklerini dile getirirken ölümü göze almak zorunda kaldığına, yaşam haklarının gasp edildiğine sıklıkla şahit oluyoruz.

 

İran resmine ülkemizden baktığımızda, Türkiye’nin hukuki ve sosyolojik yapısında son 20 yılda meydana gelen radikal değişikliklerle İran arasında benzerlik kurmak işten bile değil. Zira 20 yılda sandığa gittiğimiz tüm seçimlerin nasıl birer dönüm noktası olduğunu bugün apaçık okuyabiliyoruz. Siyasal İslamcı iktidar, kendisi gibi düşünmeyen ve dikte ettiği yaşam tarzını benimsemeyen herkesi bir şekilde kapana kıstırdı. Baskı, tüm yurttaşların, hepimizin, gündelik yaşamına sirayet etti; yargının siyasallaştırılması yoluyla, “farklı olan” herkesi avladı. Ülkenin aydın gençlerinin başına gelen şeyi ise, Ece Temelkuran’ın “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” kitabında geçen bir cümleden başkası anlatamaz. “İnsan nasıl sevmeli ülkesini, o ülkeyi sevmek zorlaştığında?” Ekonomik talepleri karşılanmayan “genç beyin takımı”, sosyal kaygıların da arşa ermesiyle ülkelerini terk etmeye zorlandı. Tüm bunların içinde en acısı şu ki tüm dinci rejimlerin ortak özelliği olan yapısal değişim, Türkiye’de de gerçekleştirildi: Kadınların özgür birer yurttaş olma hakkı, önce siyasi jargon eliyle sonra da tırmanan toplumsal kutuplaşma eliyle ellerinden alındı.  Kadınların çocuk yaşta evlendirilerek aile olmaya zorlanması (ki bunun adı tecavüzdür), aile içi şiddete boyun eğmek mecburiyetinde bırakılması, can güvenliği tehdit altındayken dahi önlem almaksızın bir başına bırakılması kent yaşamının dahi en büyük sorunlarından biri haline geldi. Ekonomik özgürlüğünü elinde bulunduran kadınlar düşmanlaştırıldı, toplumdan yabancılaştırıldı. Daha da önemlisi, can güvenliği ülkenin her yanında yaşayan her yaştan kadın için majör bir sorun oldu. Sanıyorum ki sokakta yürürken kendini güvende hisseden, başına bir şey geldiğinde onu korumakla mükellef devletin kendisini suçlu ilan etmeyeceğini düşünen kadın sayısı çok azdır. Burada şunu vurgulamanın faydalı olacağını düşünüyorum: Güvensizlik hissinin tüm kadınların zihninde böylesine yer etmesi, yaşam haklarına doğrudan bir müdahaledir. Bu da laik devletin yurttaşların yaşam biçimini güvence altına alma görevini yerine getirmediği anlamına gelir. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de tartışılması gereken asıl konu adayın ismi, cinsiyeti, etnik ve dini kimliği değil, laikliğin tesisinde takınacağı tutumdur. Zira toplumsal karmaşa her geçen gün büyürken, devlet, hukuk ve toplum ilişkisinin sağlıklı ve barışçıl biçimde yeniden inşa edilmesi için gereken en önemli alan, laikliğin tesisidir. Laik toplum düzeninin teminat altında olması, Türkiye’nin bugün boğuştuğu çoğu sorunun tali olduğunun anlaşılmasını sağlayacaktır. Bilirsiniz, kalkınma ve refah, pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Türkiye'de de tüm yurttaşların hukuki eşitliğinden ve bilimsellikten dayanak alır.

 

Okuyucuya not: İran örneğini daha iyi anlamak için, akıcı anlatılardan biri olan Persepolis'i yeniden ve yeniden izlemenizi öneririm.

 

Sevgiyle…


www.boluobjektif.com'da yer alan köşe yazarlarının yazıları kendi görüşleridir. Yazdıkları köşe yazılarından dolayı www.boluobjektif.com sorumlu tutulamaz.



Eda BAYRAKTAR Diğer Yazıları
Köşe Yazarları
Burç Yorumları